Yine bir seçim geldi. Seçim öncesi seçmeni etkilemek için siyasetçiler yıllardır alışık olduğumuz konuşmalarını yapıyorlar. Aynı nakarat tekrar ediyor. Bazen tabi bu Çin işkencesine dönüyor. Aynı şeyleri duymak, siyasetçilerin birbirlerine verdikleri ezberlediğimiz tepkiler. Bunlar toplumu da geren ve kutuplaştıran şeyler aynı zamanda. İmam, cemaat ikilemi. Toplumun kutuplaşmasından söz ediliyor, özellikle seçim dönemlerinde ki öyle… Peki başka bir siyaset mümkün mü? Evet tabi ki mümkün ve bu topluma da ferahlık ve esenlik sağlar aslında. Türkiye’nin seçimlerini ve siyasetini Mozart ve Salieri üzerinden değerlendirelim mi?
Mozart ve Salieri arasındaki ilişkiyi eğlenceli bir şekilde anlamak için Milos Forman’ın yönettiği, kendisi de aynı zamanda bir oyun yazarı olan Peter Shaffer’in senaryosunu yazdığı 1984 yapımı Amadeus filmini izleyebilirsiniz. İzlemeyenler için biraz spoiler içerecek film hakkında birkaç şey yazayım, fakat bu spoilerlerin filmi izlemeyi düşünenlerin izleme zevkini düşüreceğini sanmıyorum tam tersi izleme isteklerini artıracaktır.
Amadeus IMDB puanı da 8.4 gibi hayli yüksek, kaliteli bir film. Ana karakterlerden biri olan Antonio Salieri sarayın baş bestecisidir. Kendini müziğe ve tanrıya adamış, bu doğrultuda gece gündüz çalışan disiplinli biridir Salieri. Ama Salieri’nin inandığı tanrı kendisine bahşetmediği şeyi Mozart’a vermiştir. Wolfgang Amadeus Mozart’a. Bir tarafta zeka, çalışmak, disiplin, ömrü bir şeye adama varken diğer tarafta sadece yetenek vardır. Ve…O yeteneği Salieri’nin tanrısı ona gönülden inanan kendisine değil de Mozart’a vermiştir. Niye? Niye? Salieri bu kıskançlıkla ömrünü tüketir, kendini yer bitirir. Filmin en etkileyici sahnelerinden ve repliklerinden biri Mozart ve Salieri’nin Kral’ın huzurunda piyano çaldıkları sahne ve sonrasındadır.
Salieri gece gündüz üzerinde çalıştığı en son bestesini Krala ithaf eder ve Kral Mozart’ı huzuruna kabul ederken bu besteyi çalar. Sahnenin sonunda Kral notaları Mozart’a hediye eder fakat Mozart gerek yok bütün notalar aklımda der. Bir kez dinlemiş ve ezberlemiştir. Oradakiler inanmaz. Genç Mozart piyanonun başına geçip Salieri’nin bestesini çalar. Hatta bestedeki eksiklikleri fark ederek “daha güzel” hale getirir. İşte Salieri’nin bu noktadan sonra nevri döner. Kendisinin gece gündüz uğraştığı, hayatını adadığı şeyi Mozart birkaç saniye içinde mükemmelleştirmiştir. Salieri bu sahnenin sonunda şu replikleri söyler: “Bütün istediğim şey tanrıya müziğimle ses vermekti. Bu hasleti bana o verdi.... Ama beni dilsiz yaptı! Neden? Hadi söyle! Madem ona müziğimle şükretmemi istemiyordu neden bana bu arzuyu verdi?”
Salieri’nin halet-i ruhiyesi aslında Türk siyasetindeki duruma da ışık tutuyor. Siyaseten yapılan işler, aynı haleti ruhiyeden siyasetçiler tarafından eleştiriliyor. Sanki Türk siyasetinde yapılan hiçbir doğru icraat yokmuş gibi her şey sadece alınan mevziye göre değerlendiriliyor. Kim hangi mevzideyse karşı taraftaki düşman mevzisinden yapılan her şey çılgınca eleştiriliyor. Sağ; sol; merkez; Milliyetçi; İslamcı; Kemalist; Liberal fark etmiyor. Kim hangi mevzideyse diğer mevzidekileri “düşman” belleyip, yaptıkları işleri “ölümüne” eleştiriyor. Hiç doğru yok ortada. Böyle olunca da siyaset toplumsal kutuplaşmanın itici gücü oluyor.
Bir taraf bir “şey” yapınca, o şeye siyaseten değer veren insanlar bunu takdir ediyor. Peki diğer taraftaki siyasetçiler bu şeyi ölümüne eleştirince ne oluyor? O şeye taraf olan, değer veren seçmen otomatik olarak düşman mevzisine itilmiş oluyor. O seçmenin oyuna talipken böyle siyasi bir stratejiyle nasıl o seçmenden oy alınabilir ki? Seçmenin değer verdiği, savunduğu şeylere saldırarak, o seçmen karşı cepheye zorla itilmiş oluyor. Belki o seçmenin haleti ruhiyesinden ötürü -örneğin ekonomik sebepler- siyasi tercihleri şu yada bu nedenlerle değişime meyilliyken, onunla konuşmak için tercih edilen siyasi dil ile o seçmen bulunduğu mevziye konsolide ediliyor. Kelimenin tam anlamıyla o seçmen bulunduğu mevziye mıhlanıyor. Mesela bir siyasi mevziden bir “ürün” yapıldı. Seçmen de buna teveccüh gösterdi. Şayet diğer bir mevzideysen ve o seçmenin oyuna talip olunacaksa “evet bu yapılan güzel bir şey ama yetersiz biz şu şu şu yollarla onun daha da iyisini yapacağız” tarzı bir söylemle muhatap alınan ve o yapılan işi kendi dünyasında savunan seçmeni de kapsayacak bir strateji güdülmeli değil mi? Söylemlerle yapılan şeyi ilerletme ve böylece seçmeni kendi tarafına çekmeye çalışmak yerine zaten onun teveccüh ettiği şeye saldırarak seçmenin bulunduğu noktaya konsolide edildiğinin ve oraya zorla mıhlanıldığının farkına varılmalı. Siyaset sadece kötülemek değildir. Seçmenin değer verdiği, kabul ettiği iyi şeyleri takdir edip bunun daha iyisine layık olduğunu ve bunun da yapılacağını ilan etmek gerekir. Başka nedenlerin yanında Türk siyasetinin tıkanmasının, ilerlememesinin bir nedeni de siyasetin gittikçe katlanılmaz olan dil tercihinde yatmaktadır. Türkiye’deki siyasi mevzilerin komuta kademesi etki alanını genişletip içerecek bir üslup yerine etki alanını daraltacak, dışarıda tutacak bir üslup kullanıyorlar. Türk siyasetinin dili değişmeli. Kelimelerimiz değişince dünyamızda değişiyor çünkü…
Zamanında dervişin biri çarşıdaki dükkanında bal satıyormuş. Ama işleri hiç iyi değilmiş. Bir gün durumu hocasına anlatmış. Demiş ki “işlerim hiç iyi değil, hiç bal satamıyorum ama yanımdaki komşum sirke satmasına rağmen işleri çok iyi. Ne yapabilirim?” Hoca ben çarşıya uğrayıp bakarım bir ara demiş ve öğrencisinden habersiz çarşıya uğrayıp onun ve komşusunun ticaretini uzaktan izlemiş bir müddet. Tabi meseleyi anlamış. Derviş tatlı balı acı bir yüzle satarken komşusu acı sirkeyi tatlı dil ve güler yüzle satıyormuş.
Siyasetçilerin yaptığını yapmayalım. Türk siyasetinin muhatabı olan bu toplumun üyeleri olarak bizler birbirimize biraz hata payı bırakalım. Birbirimizi sevmek, birbirimize saygı duymak zorundayız. Bu vatanı yaşanılır kılacak olan yine bizleriz. Birbirimize tahammül etmek zorundayız. Kimse kendisi kusursuz değilken başkasından kusursuz olmasını beklememeli vesselam.