Dört büyük elementten biri olan ateşi tarihte birçok toplum kutsal kabul etmiştir. Bu toplumlardan biri de Türklerdir. Türkler ateşe ‘Od ‘ismini verdiler.
*Türk kültüründe Ateş çok kutsaldı. Ateş her şeyi temizleyen, her tür kötülükten arındıran, kötü ruhları kovan, ürküten, korkutan çok önemli bir unsurdu. Bu nedenledir ki ateşle asla oynanmaz. Ateşe su dökülmez. Ateşe tükürülmez. Ateşe yapılan her saygısızlığın uğursuzluk getirdiğine inanılırdı.
*Ateşi bir canlı olarak gören Tuva Türkleri yemek yerken, yediklerinden mutlaka bir parça ateşe atar, içtikleri çaydan, sudan, sütten küçük parmakları ile ocağa serper ve böylelikle de ocağın sahibini yedirdiklerine inanırlardı. Ateş ailenin mutluluğunu sembolize ettiği için gece evden dışarıya ateş verilmezdi. Demek ki ateşin ocak kültü olarak görülmesi Türkler arasında önemli bir inanıştır.
*Ateşin insan hayatındaki bu rolü, ateşin yandığı yer olan "ocak" ın da etrafında birtakım inanış ve uygulamaların oluşmasına ve ateş gibi "ocak" ın da kutsal hale gelmesine neden olmuştur. "Ocak", "ateşin yakıldığı yer" olarak kullanılmakla birlikte, "Ocak" dendiğinde hem bir ailenin barındığı "ev, yurt", hem de o ailenin geçmişteki atalarından gelecekteki kuşağına uzanan "soy" u anlaşılmaktadır.
Ocak, Türk dünyasında kutsal bilinen bir mekândır. Türkler ocaklarını otağlarının (çadır) ortasına yakarlardı. Ocak aileyi bir araya getiren, ailede sıcaklık yaratıp bağı kuvvetlendiren bir kült olarak görülmüştür.
Ocak, aynı zamanda soyu temsil eder. Baba ocağı, ocağı tütmek, ocağını yeşertmek, ocağı sönmek gibi deyimler soyun devam etmesi ya da tükenmesini anlatır. Türk geleneklerinde soyun devamlılığı erkek ile sağlanırken, aileyi bir arada tutmak kadının sorumluluğundadır. Baba ocağını koruma görevi ise ailenin en küçük erkek çocuğu üstlenir. (Kaynak: Türk-kültüründe-ateş-ve-ocak-iyeleri.) Kırgızların evlenme törenlerinde, oğlanın annesinin yeni gelinin eline verdiği yanan meşale, eski Türklerin ocak ve ateş kültünün bir devamıdır. (Gömeç 2008: 62)
Bugün Orta Asya ve Anadolu’da yapılan Nevruz törenlerinde “ateş üzerinden atlama” bu inanışın bir uzantısıdır.
Babam rahmetli olalı nerdeyse 20 yıl oldu. Bu durum adeta biz kardeşleri, birbirine daha da kenetledi. Babam rahmetli olurken annemi küçük kardeşime emanet etmişti. Öyle de oldu. Annem, küçük kardeşim Muhlisle kalmaya başladı. Bizler de her fırsatta annemi ziyaret etmeye giderdik. Bayram, kandil, hastalık vs. derken her fırsatta bir araya gelirdik. Ta ki annem rahmetli oluncaya kadar, Annem rahmetli olunca, o ‘’Baba ocağı veya o anne ocağı’’ adeta kapandı. Küçük kardeşimin evi olmasına rağmen, artık o eve hiç gitmek istemiyorum.
Bir zamanlar E-Devletten soy kütüğümüze bakmıştım. Bu soy kütüğü beni 1800’lü yıllara kadar götürmüştü. (Amcalar ve amcazadeler hariç.) Babam Alirıza, dedem Mahmut, (Ben ortaokulu bitirinceye kadar Mahmut dedem yaşadı, onunla çok tatlı anılarım var.) Mahmut dedemin babası Resul, onun babası Ali. Yani geriye doğru 5 kuşak.
E-Devlet buraya kadar verdi. Ondan ötesini bilmiyoruz. Ali dedenin mezarını bilmiyorum. Bardız’da olduğu söyleniyordu. Kim bilir nerede, nasıl. Belki de kayboldu. Dedem Mahmut’un ve onun babası Resul’ün mezarlarının Sarıkamış’ta, babam Alirıza’nın mezarının da Erzurum’da olduğunu biliyorum ve fırsat buldukça ziyaret ediyorum. Ama ben öldükten sonra dedemin mezarını bilen kalmayacak. Çocuklarımın bu mezarları ziyaret edeceğine hiç inanmıyorum. Ama soyumuz çocuklarımızla devam edecek inşallah, tıpkı yaklaşık 200 yıldır devam ettiği gibi.
(Bu paragrafta anlattıklarımı inşallah, bir roman denemesi olarak yazmaya gayret edeceğim. Horasan, Bardız, Çakırbaba, Allahuekber, Soğanlı dağları, Selim ve Sarıkamış havzasında geçen kurtuluş savaşı yılları. At üzerinde korkusuzca gezen, belinde hançeri, dallı güllü heybesi ve atının eyerinden asılan tüfeği ile Tekman’lı Gülü. Köprü altında şehit edilen Hoca Ahmet. Aynı gece Ermeniler öldürmesin diye, evin anahtarları komşuya teslim edilerek, öküz arabasıyla bir yorgan içinde, köyden kaçırılan üç küçük çocuk ve bir ana. Biri kız, üç küçük çocuğun hüzünlü macerası).
Mehmet Akif Ersoy’un, İstiklal Marşımızda; ‘’Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.’’ Dediği müthiş cümlesiyle, Atatürk’ün “Arkadaşlar gidip Toros Dağlarına bakınız; eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki, bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet bizi asla yenemez’’ demesi, Türk kültüründeki ocağa önemli bir vurgudur.
Ocak kavramı, toplumun en küçük birimi olan aile kurumuyla da özdeş anlam ifade eder. “Evim, barkım, ocağım’’ deyimi bu tespite iyi bir örnektir.
Reşat Genç’e göre Türklerin Albayrakları, al ruhunun ateş tanrısı ve koruyucu ruh sayıldığı devirden kalma bir hatıradır ki, yedi sekiz bin yıllık demektir.
Bahaeddin Ögel’de "al rengin bütün Türklerce mukaddes sayılmasının ve Türklerin en eski devirlerden beri al bayrak kullanmalarının bu al ateş ve al tanrısı kültü ile bağlı bir anane olacağı hatıra getiriyor" demektedir. Buna bağlı olarak al (kızıl) rengin de tarihimizin başlangıcından bizde manevi ve milli renk olarak algılandığı ve tarih boyunca inançları yansıtan, aynı zamanda da Türk duygusunu ve ruhunu anlatan bir milli sembol hüviyeti kazandığı görülmektedir.
Kızıl veya al renk güneşin doğmak üzere iken (şafak vakti) ve yine güneş battıktan hemen sonra gökyüzüne yansıttığı kırmızımsı renktir. Türkler bu vakitlerde dua ederlerdi.
Soyla bağlantılı olarak Alevî-Bektaşî kültüründeki "dede ocakları" ile halk hekimliğindeki "ocaklar" da "ocak" ın bu geniş anlam dünyası içerisinde değerlendirilmektedir.
*Türklerde İslam sonrası hekimlikte büyük payı olan ocaklılar adeta Türk halkının hakiki doktorları olarak tasvir edilmişlerdir. Bu anlamda Ocak demek, hastalıkla uğraşan aile demektir. Bir ocaklı, tedavi etme gücünü ailesinden kan yoluyla alır.
Türk tarihi içerisinde ateş kültünü incelersek biraz geriye Türk tarihinin başlangıç dönemlerine kadar gitmemiz gerekiyor. Ateş ile ilgili ilk bulgular bizi Altay ve Saha Türklerine götürüyor. Yaradılış destanında da karşımıza çıkan Altayların tanrısı Ülgen, gökten iki taş indirmiş bunları birbirine sürtüp kuru otlardan ateş yakmıştır. Tanrı elinden yakılan bu ateş Türkler için kutsal sayılmıştır. Bu kutsiyet bugüne kadar değişik inanç ve adetlerle yerini korumayı başarmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere Türkler ateşi tanrılaştırmamış, tanrının insanlara gönderdiğini bir lütuf olarak görmüşlerdir. Şimşek ve yıldırımı da ateş kültü içerisinde tanrıdan kendilerine gönderilen bir uyarı olarak kabul etmişlerdir.
Türklerde ateş aynı zamanda arınmanın, şifa bulmanın ve temizlenmenin sembolü olarak da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, eski zamanlarda yaraların mikrop kapmaması için kızgın ateşle dağlandığı bilinmektedir. Türklerin Ergenekon’dan çıkışı ve baharın başlangıcı kabul edilen 21 Mart’ta Nevruz ateşi yakılıp üzerinden atlayan kişinin bir yıl boyunca sağlıklı kalınacağına inanılmaktadır. Göktürklerde de ülkeye gelen elçiler ateşten bir yoldan geçirilerek kabul edilir böylece kötü düşüncelerden arındırılıp hükümdarın karşısına çıkarılırmış.
Ayrıca savaşçı bir toplum olan Türkler silah yapmak için demiri ateşle dövmüşlerdir. Madenlerini ateşle döven demirciler de toplumda özel bir yere konulmuştur. Böyle güçlü bir kültün edebiyatımızda da yer alması kaçınılmaz olmuştur. Destanlarda yer edinmeyi başaran ateş, Ergenekon destanında demir dağı ateş sayesinde eritmelerini, Manas destanında da eş seçimi ve geleceğinin yorumlaması şeklinde yer almıştır.. Kaynak: https://www.baltadergi.com/deneme/turklerde-ates-kultu/
EK BİLGİLER:
*6.yy. da Göktürk kağanına gelen Bizans elçileri iki ateş arasından geçirilerek onlarla beraber gelmesi muhtemel kötü ruhların kovulması sağlanıyordu. Ayrıca Bizanslı elçilere ateş yakarak Göktürk diliyle şarkı söylemişler, ziller ve davullar çalarak yürümüşlerdi. Alevli odunlarla gezinerek ayin yapmışlardı. GAZİMİHAL ‘’Bu bir çıralı oyundu. Böylece Anadolu’da adına Çayda çıra dediğimiz oyunun izini 6.cı yy’a kadar sürebilmekteyiz’’ demektedir.
*Bu adet, Başkurt, Moğol ve Kazak Türklerinde de vardı.
*Çinli prenses şöyle diyor. ‘’Hunlar sabahlara kadar davul çalıp, ateş etrafında dönerek, eğlenmekte, türkü söyleyip oynamaktaydılar.’’
Çinli hatun Uygur Kağanı ile evlenince Çin elbiselerini çıkarır, al renk Türk elbisesi ve altın taç giyer. Hatun Kağanın önünde eğildikten sonra bir tahta oturtulur. Otağ etrafında 9 kere döndürülür. Bu şekilde takdis edilmiş olur.
Attila'nın Sarayı'na gelen, Romalı Seyyah Priskos, Attila tarafından Bizans elçilerine verilen yemekte Hun müzisyenleri refakatinde Hun türküleri söylendiğini yazar. Yas törenlerinin lirik matem şiirlerinden ‘Sagu’lar Türk edebiyatının önemli bir kolu idi. Ve Attila’nın ölümü üzerine Hun Karpuzcu’lar tarafından söylenen ağıtlar müthiş güzelliktedir. Yine Priskosa göre, büyük müzikli ziyafetler veren Atilla sefer dönüşünde, başkente girerken saflar halinde dizilmiş güzel giyimli Hun kızlarının söyledikleri şarkılar ile karşılanmıştı.
Dede Korkut kitabında ‘’Beyrek kalktı, kızlar yanına vardı, zurnacıları kovdu. Nakaracıları kovdu, kimilerini döğdü, kiminin başını yardı ve dedi ki, ere varan kız halka oynaya, men kopuz çalam,’’ diye bir cümle vardır. Buna Bahattin Ögel şöyle yorum yapıyor. ‘’Zurnacıların kızların yanında ne işi vardı? Kızlar da davul-zurna ile erkek oyunu mu oynuyorlardı?’’
Buradan benim çıkarımım da şu; ‘’Kızlar oyunlarını ister davul zurna, isterse kopuzla oynasınlar, oynarken el ele tutarak halka şeklinde oynuyorlarmış ve bu halkada erkekler yokmuş. Anlaşılacağı üzere Oğuzlar düğünde davul, zurna ile oynadıkları gibi kopuz ile de oynamaktadırlar. Sadece kadınların oynaması veya sadece erkeklerin oynaması o çağlardan gelmektedir.
*Fransız gezgin Alfred Lietard, Türkistan da gördüğü bir oyunu şöyle anlatır:
Halkanın ortasında bir çalgıcı yer almıştı. Bir çeşit ağız org’una benzer bir aleti öttürüyordu. Çaldığı hoş havanın tartımı hiç değişmiyordu. Çalarken oynuyordu da hem yer değiştiriyor,hem de zaman zaman bir ayağını ileri itip geri çekiyordu. Çevresindeki kadınlar kol kola girmiş, erkekler el ele tutuşmuş, ayak vura vura dairevi oynuyorlardı. (Gazimihal-1999)
,