Bir güne sığdırılamayacak kadar hayatımızın her anında yüreklerde taçlanan babalarımız, evlatlarının hem kolbaşı, hem de yoldaşlarıdır...
Hayatları boyunca evlatlarının iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen, evlatlarının geleceği için her türlü fedakarlıkları yaparak onların karşılaşacakları her türlü tehlikelere karşı kendini vücudunu siper eden kahraman babalarımız olduğu unutulmamalıdır…
Evlatlarının geleceği için, tasada, kıvançta her zaman her yerde her adımda evlatlarının yanlarında onlara ruhen ve bedenen öncülük eden birer mihmandarlardır…
İşte fedakarlıklarda bulunan babalarıyla ilgili bir yaşantı anısı anlatıldığında evlatları babaları için tereddütsüz bizim canlarımızdır derler...
Babalar yaşantıları boyunca evlatlarının yapacağı tahsilleri ve kuracağı yuvalar için maddi, manevi destek olmaktan kaçınmadıkları gibi iyi bir gelecek hazırlama yönünde de tereddüt etmezler…
Unutmayalım babalarımız evlatları için neleri varsa hepsini evlatlarının mutluluğu için son nefeslerine kadar harcar dururlar...
Her baba evladları için çalışır, her evlat da baba olduğunda o da kendi evlatları için çalışırlar…Buda gösteriyorki babalar her daim evlatları için çalışırlar…
Tekrar tüm babaların, babalar gününü kutlar, hakka yürüyen babalarımızı rahmetle, minnetle anıyor, aziz hatıralarını saygıyla yad ediyorum.
Mekanları cennet olsun.
İşte benim rahmetli babam da böyle biriydi…Hiç unutamam ilkokula başladığım zaman benim önden tek cepli siyah renkte yandan düğmeli önlüğüm ve deri siyah iskarpin ayakkabım, deri eldivenim, İstanbul’dan babamın getirdiği deri kilitli bir okul çantam vardı...
Önlüğümün üzerine giymem için babam Narmanlı cami önünde terzi Maksut ustaya bir takım elbise ve kışın giyinmem için bir de palto diktirmişti...
Takım elbiseyi önlüğümün üzerine giyerdim, okuldan eve gelirken, bizim sokaktan içeri girdiğimde komşu teyzelerim, halalarım bana hitaben, aman efendim hele buna bir bakın, tam küçük bir herif olmuş deyip, yanaklarıma acıtarak attıkları sevgi ısırıklarını hiç unutamam...
Babamın benden önce Mücahit isminde bir oğlu olur, fakat zatürre den vefat eder...İşte bu yüzden, babam yeni bir çocuğumuz olurda ona iyi bakabilir miyiz endişesi içerisinde çok korkulu günler geçirir...Ve ben dünya ’ya gelirim...
Taçyıldız yaptırır...Korku içinde doğumumu bekleyen babama, gözün aydın sağlıklı bir erkek çocuğun oldu, müjdesini komşular verirler...
Ahilik geleneğinde çırakların çocuklarının isimlerini o çırağın ustası koyar... İşte bu geleneğe binaen babamın ustası Fazıl Sağsöz'de benim adımı, ölen ağabeyimiz Mücahit'in adı yaşatılsın diye tekrar bana vermiş...
Benim can babam, benim sağlıklı yaşamam için elinden gelen her şeyi benim için yaptığını ve üzerime çok titrediğini aile yakınlarımızdan, babamın çırak ve kalfalarından hep dinlerdim...
1999 yılında yapılan Milletvekilliği Genel seçimlerinde kıymetli hemşerilerimiz şahsıma ve partimize gösterdikleri teveccüh ile beni MHP Erzurum milletvekili olarak TBMM’ne gönderdiler...
Doğumumun üzerinden kırk yedi yıl geçmişti...TBMM çalışma odama Ilıca Kuşçu köyü muhtarı gelmişti... Muhtar bana hitaben, sayın vekilim babanız bizim köye senin doğumundan dolayı, senin adına yaptırdığı çeşmenin su boruları şimdi çürümüş... Su borularını yenilemek şimdi size düştü deyince, ben şok oldum ve şaşırdım... Çünkü böyle bir çeşmeden benim hiç haberim yoktu... O güne kadar da hiç kimseden böyle bir ifade duymamıştım... Tam o sırada muhtarın: "Ahmet Ahıskalı‘nın da sayın vekilim size selamı var ..." deyinceye kadar, şaşkınlığımı atlatamamıştım… Sonra rahatladım ve kendime geldim...
Hemen Ahmet Ahıskalı’yı telefonla aradım,. Muhtarla gelen selamını aldım dedikten sonra konuyu da açtım ve bunun üzerine Ahıskalı, "sen bunu bilmiyor muydun?" dedi... Yok bilmiyordum dedim... Ataerkil bir aile yapısına sahip, kardeşleri ile bir arada beraberce büyük konaklarında yaşantılarını sürdüren Ahmet’e, "Amcandan Kuşçu Köyü çeşmesi hakkında ne dinlediğini anlatır mısın?" diye sordum. Başlattı anlatmaaya;
"Babam, benim doğumumdan dolayı. Tebrizkapı’da ki sobacı dükkânımızda gözaydını ziyafeti veriyormuş, Noter Necati amcam da davete icabet etmiş… Babana Mustafa Usta; şimdi bu gözaydını ziyafetinde bana verdiğin sözle taçlandır, demiş... Hani bizim köye sağlıklı bir oğlun olursa çeşme yaptıracaktın, gözeden suyu getirip akıtacaktın ya, onu bugün sana gözaydını vesilesiyle hatırlatmış olayım..." der.
Babam da, "Necati Bey, ben o sözü hiç unutur muyum. Mücahit'in bir kırkı çıksın, çıktığı gün su borularının yapımına atölyede kalfalarla başlarım..." demiş ... ve senin adına Mustafa amca o çeşmeyi yaptırmış, gözenin suyu da yapılan çeşmeden akıtılmış, dedi,... " Sağ olsun beni rahatlattı.
Ahmet'e, yarın sabah muhtar geldiğinde ben boruları hallederim dedim ve telefon görüşmemizi sonlandırdık…
Ahmet, benim mahalleden, ilkokuldan orta okuldan ve liseden sınıf arkadaşımdı… Atatürk Üniversitesini beraber kazandık, Ahmet ziraat fakültesine, ben fen fakültesi matematik bölümüne devam ettim...
Muhtara, "su borularını yarın hallederiz... Şimdi önce senin kalacak bir yerin var mı. yok mu? Onu söyle, yoksa sana bir yer ayırayım..." dedim.
Muhtar da ; "çok sağ olasın sayın vekilim... Ben Ulus'ta bulunan muhtarlar evinde kalıyorum .."dedi. Muhtara, "o zaman sen rahat ol. Git istirahatini yap, yarın sabah erken gel " dedim. Muhtar, sabah gelmek üzere odamdan ayrıldı...
Ben bu su boruların nasıl yapıldığını ve nasıl bir süreçten geçtiğini o zamanki baş kalfamız Selahattin Alihanoğlu arayarak sordum. "Su borularını soba atölyesinde yaptık... Atölyede on beş kadar kalfa ve bir o kadarda çırak vardı... Fabrika gibi çalışırdık… Günde en az 30 tane soba yapardık.."
Bizim atölye, Noter Necati beyin evinin karşısında idi… Şimdiki Emirşeyh köftecisinin cami bitişiğindeki bahçeli aile salonu olan yerdeydi... Ben soba atölyemizi ilkokula başladığımda görmüştüm…
Selahattin ağabeyi, "Ustam bize Kuşçu köyüne çeşme için su borularının yapımına başlayın dedi, bizde tüm ekiple soba yapımını durdurup, galvanizli sacdan 2 metre uzunluğunda, 3.5 cm kalınlığındaki su borularını mayıs ayı başında yapmaya başladık ve on gün içerisinde bitirdik… Boruların yapımına başladığımız gün ustam o sırada kamber taşından çeşmeyi, çeşme ustası ya Sırrı ustaya ya da Yakup ustaya yaptırmaya başlattı… On dört gün sonra ustaların yaptığı çeşme köye götürülerek yerine kurulmuş vaziyette hazırdı... Bizde su borularını bavuska bir arabaya yükleyerek köye götürdük…Köyde iki gün kalarak boruları birbirlerine yerinde lehimleyip 20 cm derinlikte açılan toprak altından yapımı biten çeşmeye kadar getirip bağladık ve su çeşmeden akmaya başladı… Ustam senin adını da ustalara çeşmenin kaşına Osmanlıca Mücahit çeşmesi diye yazdırdı, bunu da bil... ” dedi.
O gece yaptığım bu telefon görüşmesinden sonra ben kendi kendime dedim ki, benim babamda nasıl bir evlat sevgisi yüreği var, bu nasıl bir ruh yapısı, nasıl bir özveri...
Baba senin dillendirmeden yaptığın iyilikleri vefatından sonra ancak tek tek öğreniyorum...Yaptığın iyilikler karşısında evlat olarak acaba bende senin gibi yapabilir miyim veya senin bu iyilik yükünü omuzlarımda taşıyabilir miyim, devam ettirebilir miyim?
Sabaha kadar düşündüm durdum...
Babam ara sıra biz evlatlarına “oğlum her baba evladına çalışır, o da baba olur, o da kendi evladına çalışır” derdi... Ben o zamanlar buna bir mana vermemiştim, ancak dinlemekle kalıyordum...
Şimdi anlıyorum ki babam beni okuttu, meslek sahibi yaptı, okurken açtığım tabela ve resim atölyesinin kuruluş masraflarını verdi, sonra öğretmen oldum ve ilk aldığım maaşımdan babama hiçbir şey vermedim... Babamın geliri iyi olduğu ve bana yine yardım ettiğinden dolayı ihtiyacı olmadığını düşündüğüm için vermemiştim. Hatta dükkânımın işleri iyi gitmediği zaman ve de öğretmenlikten aldığım maaşı ay sonuna kadar götüremediğim zaman yine gider babamdan istediğim kadar cep haçlığı alırdım...
Evlendikten sonra bile babam benim evime kışlık yiyeceklerden; patatesi, soğanı, kelle lahanayı, teneke peynirimizi vs. ne lazımsa alırdı...
Nasıl benim çocuklarım oldu o zaman babamın o söylediği güzel sözünü anladım... Evladının ilk kazancı olan maaşı babalar evlatlarının kendilerine götürüp verilmesini bir mürüvvet beklentisi olarak beklermişler ve bundan dolayı çok mutlu olurmuşlar...
Baban ne kadar zengin olsa da bu benim evladımın ilk kazancı diye aldıkları o parayı ayrı bir yerde muhafaza ederlermiş, hatta içinden bir kağıt parayı imzalar hatıra olarak tarihli çerçeve içinde asarlarmış...
İlk maaşın verir babanı mutlu edersin üç dört gün sonra yine verdiğinin en az iki katını gider babandan geri alırsın... Hatta benim gibi hiç babana ilk maaşını vermeden birde ayın ortasında gidip harçlık alırsan. Babanın evladına çalıştığını da böylece öğrenmiş olursan...
***
Babam, bana; "oğlum üşürsün gömleğin altından atletini giy..." dediğin de ben göstermelik giyer hemen onu diğer odaya geçer çıkarır atletsiz gömleği tekrar giyerdim. Babam yaptıklarımı hep izlermiş ve bana; "oğlum ne zaman baba olursan o zaman benim söylediğimi anlarsın.." derdi.
Babamla kendi evimizde altlı üstlü müşterek oturuyorduk. Evimize babam kış münasebetiyle kok kömürü almıştı. Bizlerde evin kömürlüğüne kardeşlerim Cahit ve Erdal’la taşıyorduk. Aralık ayı sonuydu... Kar bir hayli yağmıştı. Bir ara başımızda duran babam eve içeriye gitti… Benim evliliğimin dördüncü yılıydı. Benim ilk çocuğum, babamın da ilk torunu olan oğlum Fatih'i getirdi, evin önünde yığılmış karın üstüne koydu. Ben Fatihi öyle görünce saygıdan dolayı babama bir şey diyemedim, diyemezdim...Hemen acele kömürü boşaltıp dışarı çıktım. Babama, "Baba müsaaden varsa gelinin torununun yemek saatinin geldiğini söylüyor, Fatih’i içeriye götürebilir miyim..." deyince, Babam, "yok oğlum yok, yemek saati falan değil, oğlun üşür diye götürmek istiyorsun, yemeği de vesile kılıyorsun… Al oğlunu götür..." dedi. Ben hemen Fatih’i alıp eve götürdüm ve geldim...
Babam bana, "ben sana gömleğin altından pamuklu atlet giy teri alır dediğimde sen giymiş gibi yapıyordun. Ben de sana oğlum, baba olmadan evlat kıymetini bilemezsin demiştim, sen benim bu sözümü hiç umursamazdın, şimdi sen baba olunca benim ne demek istediğimi inşallah anlamışsındır..." deyince başımdan aşağı sıcak sular aktı, şimşekler çaktı...
Ve ben üzülerek babamın sözünün ne kadar kıymetli olduğunu anlamış oldum. Bunun üzerine müdürlüğünü yaptığım Cumhuriyet Lisesi girişine “Babam her şeyi bilir“ diye kocaman bir tablo yazdırıp astım...
“6 YAŞINDA : Babam her şeyi biliyor.
10 YAŞINDA : Babam çok şey biliyor.
15 YAŞINDA : Ben de babam kadar biliyorum.
20 YAŞINDA : Babamın da öyle pek fazla bir şey bildiği de yok.
30 YAŞINDA : Bir kere de babamın fikrini sorsam fena olmaz.
40 YAŞINDA: Ne de olsa babam bazı şeyleri biliyor.
45 YAŞINDA: Babam her şeyi biliyor.
50 YAŞINDA: Ahh ! Keşke babam hayatta olsaydı da kendisine bir şeyler danışabilseydim”.
Öğrenciler bu tabloyu her okula girişte ve teneffüslerde okurdular. Babamın yaptığı bu uyarı bana çok büyük bir hayat ders olmuştu...
Babam, Tebrizkapı Çarşısı'nın yedi eminiydi. Herkes ona sonsuz güvenirdi. Esnaf arasında yapılan her alışverişde, esnaf dışında mesela kurban bayramında, kurban alımında parası çıkmayan müşteriler babamı kefil göstererek kurbanlıklarını alır götürür ve sonra gelip kurban sahibinin parasını bizim dükkânda babamın yanında öderlerdi...
Kendisi hayatta borçlu kalmayı hiç sevmezdi. Hep peşin alışveriş yapardı. Ama kendisi soba veya semaver alan bazı müşterilerine ise veresiye vermekten kaçınmazdı. Veresiyelerini deftere; adı, soyadı, adresi olarak değil de onları gördüğü şekilde hafızasına alır ve müşteri çıktığında deftere Osmanlıca yazardı...
Yazdıklarını okuyamadığım için, birgün "baba bunları Türkçe yazsan bizim içinde iyi olmaz mı?" dedim. Babam ise "Oğlum, müşteriye ismini adresini alarak deftere yazarsan o kişiye güvensizlik telin edersin. Ne kadar müşteriye güven verirsen onunda sana karşı o kadar güveni olur… Öyle yazmamın sebebi; erkek olsun, kadın olsun onlara adını sordun mu onların şahsiyetini incitebilirsin kişiler kendini güvensiz hisseder, onlar kendi vicdanlarına borçlarını yazarlar... Ayrıca hanımlara ad sormak terk edeptir... Herkes borcunu öder, durumu sarsılanlar olur ödeyemez, onlar vicdanen çok rahatsız olurlar. Durumu iyi olan hiç aksatmaz borcunu öder... Söz, bizim kuşakta geçerli olan senettir...İnsandır, haldir bir bakarsın hak vaki oldu öldük. Onları isimlemiş olursam gider ödemediğinden dolayı olur ki onları rencide edersiniz. Benim itibarımı işte o zaman zedelemiş, sarsmış olursunuz, diye çok korkarım. Onun için hafızama göre isimsiz şekillendiririm..." dedi.
Babama yazdıklarını bir okur musun, dediğimde ise başladı okumaya; "Guzzik hanım, pantifli mes giyen hanım, iri gözlü adam, sarı şapkalı adam, kıssa boylu herif vs...”
ve ekledi;
"Hiç kimsenin Allah’tan ölmeyeceğine dair elinde bir senedi yoktur yavrum...Ben hayatımı yarın ölecekmiş gibi hazırlarım, her alışverişimi peşin yaparım. Veresiyem olmaz, onun içinde, borcum olmaz... Müşterilerimde ufak tefek sattıklarımdan dolayı alacağım olur. O müşterinin durumu iyi olursa getirir, iyi değilse getiremez, getiremezse de ben hakkımı peşinen helal ederim ..."
Baba yaşamın boyunca bana ders niteliğinde bıraktığın çok anıların vardı, onları bu sahifelere sığdıramam, onun için beni hiç haberdar etmediğin çeşme anını, evlat kıymetinin ne olduğunu ve güvenin esas alındığı anılarını şimdilik paylaşmış oldum.
İşte, beni hayat üniversitesinde okutan ve hayatın doktora tezini bana yaşatarak yaptıran bir gönül akademisyeni olan babam, benim hem rehber öğretmenim, hem de başöğretmenimdi.
Evet, başöğretmenimiz ailemizin direği can babamız 5 Haziran 1995 günü hakka yürüdü. Babamın hakka yürüdüğü günde ailemize çok büyük bir miras bırakmıştı. O miras da; dürüstlük, itibar, geçmişine saygılı şerefli, haysiyetli bir hayattı...
Mekânın cennet ruhun şad olsun canlar canı babam...
Hayatta her gün yeni bir sorunlarla karşılaşıyoruz... Hayatta olsaydın da sana, bizlere rehberlik edeceğin yine bir şeyler sora bilseydim...
***
Tüm ahirete göç eden babalarımızı bu babalar gününde ve yaşadığımız hergün içinde rahmetle, minnetle anıyor, aziz hatırlarını saygı ile yâd ediyorum...
Hayatta olan babalarında babalar gününü en kalbi duygularımla kutluyorum. Saygılarımla…