Klasik dönem tabirini duymuşsunuzdur. Sanayide devrim yaşayan Avrupa için, öykünülen ve yüceltilen klasik dönem Antik Yunan’ın M.Ö. beşinci ve dördüncü asırlarını kapsayan zamanlardı. Bunun nedeni, tıpkı ilgili zamanda Avrupa’da olduğu gibi, klasik dönem Yunanistan’ında da ticaret ve buna bağlı olarak sanayi yoluyla zenginleşen tüccarlar, halihazırda pastayı bölüşen aristokrasi ve bürokrasiye karşı güçlenmiş ve üçüncü bir güç olarak pastadan paylarını alabilmişlerdi.
Sanayi devrimindeki Avrupa’dan farklı olarak, klasik dönemde emek gücü özgürleşen insanlardan değil, genelde kölelerden besleniyordu. Tüccarlar atölyelerde köleleri çalıştırıyordu. Muhtemelen o zamanlardan kalan bir miras olarak, modern Yunancada çalışmak (δουλεύω) ve köle (δούλος) sözcükleri kökteştir.
Kısacası, sanayi devriminin getirdiği düzendeki çalışmak, özünde kölelikle eşdeğerlidir. Eh tabii, bu durumda işverene düşen görev de köle sahipliği, yani efendilik olmalıdır, bakalım öyle miymiş:
Modern Yunancada patron sözcüğünün karşılığı αφεντικό (okunuşu: afendiko) ‘dur. Kulağımıza hiç de yabancı gelmeyen bu sözcüğün kökenini araştırdığımızda, αὐτο- (afto-: “kendi” anlamındaki ön ek) ve ἕντης (endis: hazırlamak, çalışmak, başarmak. Aklıma “ölçen” anlamındaki mühendis sözcüğünü getirse de efendi ile mühendis sözcüklerinin aynı kökten geldiklerine dair bir kaynak göremedim) sözcüklerinden kaynaklı kendi çalışan, kendi başaran anlamındaki sözcük öbeğini görürüz.
Görülüyor ki, Sanayi devriminin öykündüğü ve yücelttiği klasik dönemde, işveren ile işçinin farkı, birinin kendi kendine başarması, diğerinin ise ötekine kölelik yapmasıydı. Modern dünya işçiliğine yapılan modern kölelik yakıştırmasının altının oldukça dolu olduğunu böylece fark etmiş oluruz.
Bu farkı, diğer bir deyişle, bu insanlık ayıbını ortadan kaldırmak için sadece işveren sınıfının ensesinde olmak ya da bu sınıfı bitirmek yeterli olmaz. Bununla birlikte işçi sınıfını da bitirmek gerekir. Herkesin işçi olduğu bir dünya yerine, herkesin kendi işini yaptığı, kendi kendine çalışıp başardığı, birer afendiko olduğu bir dünyayı neden hayal etmeyelim?
Öncelikle şunu ortaya koyalım ki, hangi kuruma ya da kuruluşa bağlı olursa olsun, maaşlı bir işte çalışmak, emek kaybıdır. Böyle bir çalışan, on birimlik çalışmasına karşılık kesinlikle on birimlik ödeme alamaz. Aynı çalışan, kendi işinde çalıştığında ise, ola ki söz konusu maaşından daha az gelir elde etse bile, en azından emeğinin karşılığını, vergilendirmeleri saymazsak, tam almış olur. Verginin kar zarar durumunu başka bir yazımda tartışayım.
Zamanında işveren işçi ayrımını hicvettiğim “İnsan Beslemek” adlı yazımın altına gelen bir yorumda, değerli okuyucu “Sosyal medyada kolay kolay küfretmem. Tam sana bayramlık ağzımı açacaktım ki, son paragrafı okudum” yazmıştı. Söz konusu son paragraftan bir cümlemi buraya da ekleyeyim:
“Sana hazır balık, yani maaş veren her kimse senin emeğinin karşılığından daha azını verdiğini aklından çıkarma!”
Yazımı Alaeddin Şenel’den de bir alıntı yaparak bitirmek istiyorum. “İnsanlık Tarihi Boyunca İnsan Hakları Demokrasi İlişkisi” adlı kitabında hoca, kapital – emek farklılaşmasının bir sonucunun da emeğin üründen yabancılaşması olduğunu belirterek, örneklendiriyor:
“Salt ayakkabı modelleri çizen bir tasarımcının, çizdiklerini kesip, dikip, giyip, giydirirken tadacağı özgürlükleri ve mutlulukları bir düşünün. Ve bunun tersini düşünün. İşi yalnızca derilere yapıştırıcı sürüp onları birbirine yapıştırmak olan bir gencin bininci yapıştırmada duyacağı mutsuzluğu düşünün. Yapıştırıcı koklamak bile onu mutlu etmeye yetmeyecektir.”
Bu mutluluktan sadece işçi genç mi mahrum? Ya işveren, o da el emeğiyle ortaya ürün çıkarmanın hazzını yaşasa fena mı olur?
Umarım günün birinde işveren – işçi ayrımı insanlık tarihinin tozlu sayfalarında kalır.
O güne kadar:
Yaşasın 1 Mayıs!