Birinci Dünya Savaşı (28 Temmuz 1914- 11 Kasım 1918) ve İkinci Dünya Savaşı ( 1 Eylül 1939- 2 Eylül 1945) ’ndan sonra emperyalist ve sömürgeci devletler soğuk savaş ve vekâlet savaşlarına karar verdi.
Kabaca son elli yılda Sovyetler Birliği, Çin, Birleşik Devletleri arasında yapılan Vietnam savaşında (1955-1975) özellikle yoksul Vietnam ve Kamboçya halkının ne acılar çektiğini biliyoruz. Afganistan’ın ve Gürcistan’ın Sovyetlerce işgali, İran ve Irak arasında on yıl sürdürülen savaş. Bu savaş bir milyon ve üzeri insanın ölümüne bir o kadar da sakat kalmasına neden olmuştu. Irak ve Afganistan’ın Amerika Birleşik Devletlerce işgali. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ve her türden silahlarını burada denemesi sonucu milyonlarca insanın ölümüne, yurdundan ve yuvasından sürgün edilmesine neden oldu. En sonunda yakılmış ve yıkılmış yaşanmaz bir ülke bırakarak tabiri caizse Lahey Adalet Divanı’nda hiç yargılanmadan çekip gitti. Yugoslavya’nın parçalanması ve Balkanlar’da düşman devletçiklerin oluşturulması, Bosna’da binlerce Müslüman Bosnalı Türk’ün öldürülmesine göz yumulması, Arap baharı ile (ki bu bahar değil kara kıştı) Libya, Tunus, Mısır’da iktidar değişiklikleri, isyanlar ve Suriye’nin işgali. Bu da yetmiyormuş gibi hala devam eden Yemen iç savaşı, Ermenilerin kışkırtılmasıyla Azerbaycan topraklarının işgali, Güney Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da birçok devletin yönetimini değiştirmek için askeri darbeler, Kırgızistan’daki ve Kazakistan’daki iç karışıklıklar hepimizin gözü önünde cereyan etmektedir. Ülkemizdeki sağ ve sol, Alevi ve Sünni, siyasetçi ve asker arasındaki iktidar kavgası, askeri ve açıkça söylenmese de siyasi darbeler bu da yetmiyormuş gibi Gezi Olayları, hendek savaşı, en ağırı bölücü terör FETO ve PKK oluşumları hep vekâlet savaşlarının adıdır.
Neden dünyada ilaç fabrikalarının deney alanları Afrika ülkeleri, değişik türden silah deney alanlarının ve vekâlet savaşlarının büyük bölümünün olduğu bölge Türk ve İslam coğrafyalarıdır?
Bu soruya cevabı olanlar lütfen konuşsun ya da sonsuza kadar sussun. Cehaletin bedeli bu olsa gerek.
Şimdi de İngiliz ve Amerika Birleşik Devletleri’nin oluşturduğu Anglosakson üst aklı, Avrupa Birliği ülkelerini de yanına alarak Ukrayna’yı Rusya’nın (Boz Ayının) pençesinin altına attı. “Savaşmayacağız ancak savaştıracağız” dediler. Bu art niyetli, düşmanca, sinsi ve hesaplı düşünce nereye kadar devam eder.
Atatürk, Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’u işgal eden İngiliz gemilerini görünce “geldikleri gibi giderler” demişti.
Acaba Ukrayna halkı ve devlet başkanı Rus askerlerine “geldikleri gibi giderler” diyebilecek mi?
Bunu daha iyi anlamak için Rusya’nın çok uzaklardaki hedeflerini değil, yüzyılımızdaki hedeflerini yakinen görmek gerekir.
İosif Stalin (1879-1953) 1931 yılında Rus milliyetçiliği ruhuna başvurarak Rus halkına şunları söylüyordu:
“ Ya başarırız ya da bizi ezerler.
Çalışma temposunu düşürmemek gerekir. Tempoyu düşürmek, geri kalmak demektir. Geri kalanlar yenilirler. Oysaki biz, yenilmek istemiyoruz. Hayır, yenilmeyi reddediyoruz. Eski Rusya tarihinin bir özelliği, geri kalmışlığı yüzünden arka arkaya aldığı yenilgiler. Moğol hanları karşısında yenildi. Türk beyleri karşısında yenildi. İsveçli feodal beyleri karşısında yenildi. Polonya ve Litvanya’nın feodal yöneticileri karşısında yenildi. Japon baronları karşısında yenildi. Geri kalmışlığı yüzünden, askeri geri kalmışlığı, kültürel geri kalmışlığı, politik geri kalmışlığı, sınai geri kalmışlığı, tarımsal geri kalmışlığı yüzünden hepsi de yendi onu. Onu yenilgiye uğrattılar, çünkü böylece hem kar sağlıyorlar, hem de hiçbir ceza görmüyorlardı… Tekniği öğrenmek istemeyen, teknikte ustalaşmak istemeyen bir işletme yöneticisi ise yönetici falan değil, soytarıdır. Teknikte ustalaşmanın zor olduğu söylenmiştir. Doğru değil bu! Bolşevikler ‘in ele geçiremeyeceği kale yoktur. En zor sorunları çözdük biz. Kapitalizmi yıktık. İktidarı ele geçirdik. Dev bir sosyalist sanayi kurduk. Orta ölçekli köylüleri sosyalizmin yoluna soktuk. Yapılanma açısından baktığımızda en önemli olan şeyleri başardık bile… Geriye yapılacak fazla bir iş kalmıyor. Tekniği öğrenip bilimde ustalaşmak. Ve işte bunu yaptığımız zaman, şimdi hayalini kurmaya bile cesaret edemeyeceğimiz bir tempoya ulaşmış olacağız.”
Lenin’in yönetiminde ikinci adam olan Troçki 19 Mayıs 1918 yılında “Sovyet Cumhuriyeti’nin, dövüşecek ve fethedecek bir orduya ihtiyacı vardır.”
Elbette o da Kızıl Ordu’dur. Bugün bu ordu Ukrayna topraklarında savaşa girdi.
Marksizm ve Leninizm fikren güçlü değil, Kızıl Ordu’yla güçlü olacaktı. Bin bir acılar ve sürgünlerle bu ideoloji başarılı oldu! Sonunda Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, Sovyet tankının üstüne çıkarak komünizme karşı “Hürriyet istiyorum” dedi. Türk Marksistleri ise komünist olmak için Taksim Meydanı’nda pankart açarak Türk demokrasisinden “hürriyet istiyorum” dediler!
Lev Troçki, Stalin’le ters düşünce Meksika’ya 1937 sürgün edildi. O, totaliter sisteme sahip olan Rusya’dan uzaklaştırılınca şunları söylüyordu: “ Sevgili dinleyiciler, yoldaşlar ve dostlar! Moskova, tek bir adamın sesinden niye bu kadar çok korkuyor. Çünkü ben gerçeği, bütün gerçeği biliyorum da ondan.”
1941 yılında Stalin, İkinci Dünya Savaşı’na Almanlara karşı girerken kaderin cilvesine bakın yanında kimler vardı ve kimlere güveniyordu:
“Bu kurtuluş savaşında yalnız olmayacağız. Bu büyük savaşta yanımızda, Avrupa ve Amerika’nın halkları arasında sadık müttefiklerimiz olacaktır. Hitler’in faşist orduları tarafından köleleştirilmeye karşı ve köleleştirilme tehdidine karşı halkların oluşturduğu birleşik bir cephe olacaktır.
Bu bağlamda İngiliz Başbakanı Churchill’in Sovyetler Birliği’ne yardım konusundaki tarihi sözleri ve ABD hükümetinin ülkemize yardıma hazır olduğunu bildirmesi, çok iyi anlaşılan ve bu birliğin işareti olan şeylerdir; bunlar, Sovyetler Birliği halklarının yüreğinde ancak minnet duygusu yaratabilir.”
1946’da Varşova Paktı’nı oluşturan Rusya, İngilizleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Churchill 1946’ da duygularını şöyle ifade ediyordu: “Daha dün müttefik zaferiyle aydınlanan topraklara bir gölge düşmüştür.”
Bugün de kimse emperyalist ülkelere güvenmesin. Düşman gözükseler de dostluklarını bozmamaktadırlar.
1917’de Amerikan Devlet Başkanı Woodrow Wilson: “ Dünya demokrasi için güvenli bir yer haline getirilmelidir.” Anlayışıyla vekâlet savaşları ve ülkelerin iç işlerine karışmalar demokrasi adına olmaktadır.
Stalin’in altı ay ölümünden sonra Sovyet yönetimin başına Kruşçev geçti. Soğuk savaşın en ateşli döneminde Marksist ve Leninist ideoloji adına ülkede 1917-1953 yılları arasında demir perdenin içinde ve demir yumrukla 54 milyon insan öldürüldü. İkinci Dünya Savaşı’ndaki insan kayıpları buna dâhil değildir. Nikita Kruşçev, 1956 yılında sisteme isyan edercesine şu konuşmayı yapar:
“Stalin’in ölümünden sonra Parti Merkez Komitesi, bir kişiyi yüceltmenin, onun tanrınınkine benzer doğaüstü güçlere sahip doğaüstü bir adam haline getirmenin Marksizm ve Leninizm’in ruhuna aykırı ve yabancı bir şey olduğu kesin ve tutarlı bir şekilde açıklama politikasına başladı. Böyle bir adamın her şeyi bildiği, her şeyi gördüğü, herkes adına düşündüğü, her şey yapabileceği, davranışlarında yanılmaz olduğu varsayılır. Yıllardır, bir adam hakkında, özel olarak Stalin hakkında böyle bir inanç geliştirilmiştir.”
Yine Stalin’i eleştiren konuşmasında: “ Sovyetler Birliği ile Yugoslavya arasındaki çatışmaların yapay olarak pompalandığı ilk günlerde hatırlatıyorum. Bir keresinde, Kiev’den Moskova’ya geldiğimde, , Stalin beni çağırıp Tito’ya yeni gönderdiği bir mektubun kopyasını göstererek “Bunu okudunuz mu” diye sormuştu. Daha cevabımı beklemeden şöyle dedi: ‘Serçe parmağımı bir oynatacağım ve artık Tito falan kalmayacak. Devrilecek o.’
O, serçe parmağın oynatılmasının bedeli ağır ödedik.”
Bırak serçe parmağını kollarını oynattılar ancak birlik ve dirlik içerisinde olan Tito’nun ülkesini işgal edemediler.
Rusya’da Hiroşima’ya atılan atom bombasından 25.000 kat daha güçlü hidrojen bombası üretildi. Hidrojen bombasının icadını yapan Rus bilim insanı Sakharov, bombanın her denenişinde, binlerce insanın radyasyon nedeniyle kansere yakalanacağını biliyor ve bu yüzden de Sovyetler Birliği Kominist Partisi Birinci Sekreteri Kruşçev’i denemeleri durdurmak konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Ama Kruşçev büyük bir öfkeyle ona konunun “Bilimsel” değil “Siyasi” olduğunu ve bu işe burnunu sokmamasını söyledi. Zor durumda kalan Sakharov, o zaman “görevimi yapacağım” dedi. Kruşçev NATO Türkiye’ye Amerikan füzelerini yerleştirmişse biz de Küba’ya neden nükleer başlıklı Otuz sekiz füzeyi yerleştirmeyelim” dedi
Ancak Tito başını yastığa koyup vefat edince Yugoslavya param parça ettirildi. Hidrojen bombasına sahip olduğu için kuvvet kullanarak dünyaya hâkim olma isteği her zaman Rusya’nın hedefiydi. Rusya masum, suçsuz ve günahsız Afganistan’ı (1979-1989) işgal etti. On yıl savaştı. Savaşın ağır faturasına karşılık Lahey adalet Divanı’nda yargılanmadan 1989 ‘da parçalandı.
Şimdi ise Rusya yeniden ayağı kalkarak pençelerini gösterdi. Bilmem Afganistan’ın işgalinden sonra olduğu gibi Ukrayna’da da ağır fatura ödeyerek parçalanır mı, Lahey adalet Divanı’na savaş suçlusu sandalyesine oturtulur mu yoksa savaşı kazanarak daha mı güçlenir?
Ancak sorun dünkünden daha farklı seyretmekte, Nükleer silahlar gündeme getirilmektedir.
Bugün bütün tarafları yok oluşa götürecek nükleer başlıklı silahlara sahip askeri rekabeti önlemek için topyekûn insanlık ne yapabilir? Bu soruya hepimizin bir cevabı olmalıdır.
Nükleer başlıklı füzelerle yaşamak “ne bilimsel ne de siyasidir” ahlaki bir sorundur diyecek vicdan sahiplerine ihtiyacımız vardır. Siyasilerin iktidar ihtirasları insanlığı nereye götürüyor!
Japon Budist düşünür Ikeda nükleer silahların konuşulduğu bir zamanda endişelerini belirtir. “Savaş uygarlığımızı ve bu dünyadaki varlığımızın devamını tehdit etmektedir.”
İnsanlığın bilimle ulaştığı gelişmişlik seviyesini bilgelikle, ahlakla ve yüce vicdanla dizginleyemezse Yüce Allah’ın tepside yaşamamız için ödünç verdiği yer küreyi O’na yaşanmaz olarak tepside geri teslim edeceğiz. Bunun adına kıyamet denmektedir.