Mekana tarihsel bakmak, insanın “insan” olmak serüveninin özü kabul edilir. Bireyin kimliğini var eden değerlerden biri mutlaka dili ve milliyetidir ama onun ötesine geçen ve bireyin kimliğine son dokunuşunu yapan mekandır.
İbni Haldun’un “coğrafya kaderdir” tespitinden bahsediyorum. Mekanın karaktere tesiri öyle bir dokunuştur ki; bireyin aldığı eğitimler, yaşamında elde ettiği deneyimlerle oluşan özellikleri bile mekandan aldıklarıyla oluşan kimliğini kolay kolay değiştirmez.
Ama her mekan bu dokunuşu derinden yapamaz. Bu etkiyi gösterebilen mekanlar gezegenimizde sınırlı sayıdadır. İnsanoğlu, bazı ormanları, nehirleri, kayalıkları, vadileri mekanı yorumlamak için ilham kaynağı sayar.
Bakarsınız onlarca şehir içinde bir şehir “kutsal” kabul edilir. Bakarsınız bir orman, onlarca orman içinden “tılsımlı” sayılır. Bakarsınız Ganj nehrinin sularına, son yolculuğuna çıkan ruhların geride bıraktığı bedenlerinin külleri savrulur ki ruhların ancak bu nehirde özgür kalacağına inanılır. Kutsal bir hac için onbinler kutsal şehirlere varmaya çalışırken çileler çeker, canlarını hiçe sayarlar…
Şehrin bireye etkisini görebileceğiniz özel mekanlardan biridir Erzurum.
Ve şehirler ne zaman kuruldu, neden kuruldu, hangi özelliklere sahip olmalılar gibi soruları sorarak bir çerçeve çizmeye çalışan, cevaplar arayan bilimi şaşırtan bir şehirdir Erzurum.
Bilim insanlarına göre dağların tepesinde, neredeyse dünyanın çatısında oksijen solunumu zorlaşır ve tarihsel serüveninde insanoğlu bu kadar yükseğe koca şehirler kurmaktan kaçınmıştır. Zaten gezegenimizde bu yükseklikte kurulmuş şehir sayısı bir elin parmaklarını geçmez… Ama Erzurum 1900 metre rakıma sahiptir…
Bilim insanlarına göre insanoğlu yerleşmek, şehir kurmak için ılıman iklimli yerleri tercih etmiştir. Oysa Erzurum’da yılın üçte ikisini zamanı ağır kış soğuklarıyla baş ederek, kalın duvarlı evlere kapanarak geçirmek zorunda kalırsınız.
İki saat uzaklıkta Iğdır’da pamuk, kavun, Tercan’da ise üzüm yetiştiren komşularınız bağ bahçedeyken, siz kavak ağaçlarının yeşermesini, buğdayların göğermesini beklersiniz…
İster kavimler ister Türkmen göçleriyle Asya’dan kopup gelen toplulukların Anadolu’ya girerken neden Erzurum’a yerleşme kararı verdiklerini merak eden kaç kişi olduğu henüz sayılmadı. Birgün bir bilim insanı bu tercihin ardındaki psikolojik etkeni mutlaka belirleyecektir. Ama bu mekan, Erzurum'un varoluşu itibariyle farklıdır. Ve coğrafyasının kurguladığı kaderde farklıdır.
Tarihsel yaklaşım bizi Erzurum’a “garnizon kent” demeye de götürür. Doğrudur. Erzurum'un 3000 yıllık yerleşim tarihi neredeyse savaşlar, işgaller, ele geçirmeler, terk edişler tarihidir. İklimin ve topoğrafyasının çetinliği de eklenince bu zor şehrin zor insan kimliğine büyük, ağır sorumluluklar yüklenmiştir.
Kuzeyden ve doğudan gelen cümle belalara karşı Erzurum direnme noktasıdır. Baharat ve İpek Yolu, buradan Anadolu’ya giriş yapar. Anadolu’da yaşayıp da Türk olduğunu ileri süren her bireyin Anadolu’da vardığı, dedelerinin senelerce kaldığı bir yurttur.
"Rumeliliyiz" diyerek haklı olarak gururlanan insanımız pek farkına varmasa da Arz-ı Urum yani Erzurum mana itibariyle Rum-Eli’dir. Gelen göçmen toplulukların ilk memleketidir bu topraklar.
Erzurum’da yaşamak, Erzurum’lu olmak, her şehirde şehirden aldığınız hislerden, durumlardandır ama bu kadarla yetmez. Erzurum, bireyi bazen kendisi yapar. Genetik hafızanıza kendi kodlarını kazır ve siz adeta bir insanın beden ve ruhuna işlenmiş Erzurum olarak kalırsınız. Erzurum belki de kozmik manada kendisini bu şekilde yaşatma yolunu bulmuştur.
Erzurum’un kendisine dönüştürdüğü bireyler Anadolu’ya yayılır, dağılır yerleşir. Bakarsınız İzmir’de, bakarsınız Antalya’da, Ankara'da, Bursa’da; Erzurum'un genetik geçmişi hallerine işlemiş insanlar gezer. Yaşadıkları şehirler memleketleri, duruş ve karakterleri Erzurum olmuş çetin insanlardır. Erzurum, yedd-i emindir.
Atatürk’ü Erzurum’da kongre yaparken, hatta siyasi liderleri kampanyalarına Erzurum’dan başlarken görmeniz boşuna değildir. Bu zor şehirin kimliğine Türklüğün tarihsel kodları işlenmiştir. Tam olarak tarif edemeseler de ve belki de içgüdülerine güvenerek çıktıkları zor yolculukları Erzurum’dan başlar.
Erzurum bu som, gözeneksiz şehir ruhuna yine yed-i emin olarak soyların ve diğer kimliklerin emanet edildiği şehirdir.
Kaynaklara baktığımızda kadim imparatorlukların geniş coğrafyalarında hakimiyet kurdukları ama sorun yaşadıkları asi birey ve toplulukları Erzurum’da iskana zorladıklarını da görürüz. Onlar için bu garnizon şehrin insanları, şehir düzeninden kaynaklanan disiplin ve nihayet Sibirya özellikleri de tedbir aracıdır.
O yüzden şehrin kadim semtleri, kilit ilçe ve köyleri ne kadar Erzurum ise zoraki iskanlarla oluşmuş, Balkanlardan, Kuzey Afrika’dan, Ortadoğu ve Kafkaslardan getirilmiş köylerle de karşılaşırsınız. Erzurumludan daha çok Erzurum’u sahiplenen insanların zenginleştirdiği bir şehir vardır karşınızda.
Tüm kadim şehirler gibi ama daha fazlasını sunan bu şehrin; adeta bir tansiyon hastasının tansiyon grafiğine benzeyen Erzurum tarihi, yani yıkımlar ve zirveler tarihi, gecikmiş sanayileşme ve neo liberalizm duvarına sert bir şekilde çarpmasına ve hasar görmesine engel olmamıştır.
Son çeyrek yüzyılda şehrin kalkınma sorunu, şehirin fiziki görünümü ortadan kaldırılarak çözülmeye çalışılmıştır. Kalkınma sürecinde başka ülkelerin başka şehirlerin ahlaki ve bilimsel ilkelerle ele aldığı kentleşme, kentsel dönüşüm, en yoz haliyle Erzurum’da uygulanmaya çalışılmıştır. Şehir adeta acemi estetik cerrahların ellerine bırakılmıştır.
Erzurum, çağın gerisine düşen tarım ve hayvancılığına önerilen çözüm; tarım ve hayvancılığın öksüzleştirilmesi olmuştur. Köhneleşen altyapı ve yapı stoklarının iyileştirilmesi için önerilen çözüm ise cinsiyet değişikliği kadar travmatik bir kentsel dönüşüm çılgınlığıyla şehrin mekânsal hafızasının yıkımı olmuştur.
Şehrin meydanlarından, eski şehrin mahalle ve sokaklarına kadar dayatılan yıkım, tarih boyunca biriken anıları, değerleri silip götürmüştür. Seçilen tarihi yapıları anlamlandıran mahalle ve sokakların yıkımı sonrasında anıt eserlerin hikayelerini tamamlayan muhitlerin silinmesi Oktay Rıfat’ın “önce beyaz kirlenir” tespitini hatırlatmaktadır. Şehrin kadim fiziki ve kültürel hafızası bu kadar güçlü ve bu kadar köklü iken direnememesi ibretliktir.
Şehir kültürünü inşa eden ya da şehri anlatmak için atıf yapılan insanların doğdukları, büyüdükleri, acı ve neşe anıları biriktirdikleri evleri, sokakları, yolları ortadan kaldırıldıktan sonra Çifte Minareli Medrese’nin hikayesi; internetten öğrenilebilen ancak artık solunamayan bir hikayeye dönüşmüştür.
Nene Hatun’a olan borç, doğduğu, büyüdüğü, “Nene Hatun” olduğu Mahallebaşı semti, Yeğenağa, Eminkurbu mahalleleri ortadan kaldırılarak ödenmiştir.
Ve daha nice mahalleler. Ve daha nice Erzurumlaşmış isimler. Ve daha nice anılar… Koca bir şehir hafızası silinip gitmiş, şehir adeta taş yapıların bir başlarına kalakaldığı yapay, bu uygarlığın hiçbir zaman sevmediği meydanlar mekanına dönüştürülmüştür…
Şimdi Erzurum olabilmiş ama sayıları her geçen gün azalan insanlarımızla avunma vaktindeyiz… Çoğunu ülkenin hatta dünyanın dört bir yanına savurduk. Azımız şehrin sokaklarında, günün telaşı içinde rastlaşabilirsek buluşabiliyoruz.
Yaşlanıyoruz… Ve biz yaşlanırken gözümüz arkada kalacak…
Tarihin herhangi bir döneminde Erzurum en fazla yüz, belki yüz elli bin nüfusa sahip olmuş. Erzurum'da, kentsel dönüşüm yıkımında daha fazlası ortadan kalktı ama halen tescilli tarihi eser üç binin üzerinde… Bugünün ekonomisinde herhangi birini mesela bir çeşmesini dahi galiba bir araba belki bir ev alacak paraya inşa edebiliriz…
Ve düşünmek gerekiyor:
Bu bir avuç insan yani dedelerimiz, nenelerimiz; eksi 40 derecelerde, iki bin metre rakımda bu üç bin eseri yapacak, konaklarda yaşayacak, Surre alaylarına kilolarca altın hediye edecek, İstanbul’a envai çeşit hammadde sevkedecek, Osmanlı Ordusu’na donatılmış doru süvarilerden alaylar verecek, maliyesini vergisiyle ayakta tutacak Erzurum’u, Erzurumluyu nasıl inşa ettiler?
Ve düşünmek gerekiyor:
Erzurum’u “herhangi bir şehir” gibi görmek, Erzurumluluğu geçip Erzurum olabilmiş insanları, tıpkı yalnızlaştırılmış tarihi yapılar gibi şehirden ötelere savurmak, onlara dayanmamak, girdiğimiz bu tünelin sonunda bizi nereye çıkaracak?
Birkaç yıl önce “Gardaş Erzurum’u bir kırk, elli yıl öncesindeki seviyesine ulaştıracağız” diyen bir şehir seçkinine şunu sormuştum: “Ağabey diyelim ki Erzurum’u kırk yıl öncesine döndürdük. Sen, kırk yıl önceki statüne dönmeye razı mısın? Kırk yıl öncesinin Erzurum’unu inşa etmiş Dadaşların tekrar şehirde söz sahibi olmasına razı mısın?”
Ağabeyim susmuştu… Mesele biraz da budur. Bir devri inşa eden nesilleri, insanları kaybederseniz, o devrin iyiliklerini tekrarlayabilecek insanları da kaybetmişsinizdir.
Dadaşlık yani “Erzurum olabilmek”, bir kişinin duygu, zihin ve asaletiyle canlı Erzurum olduğunu söyleyebilmektir. Dadaşlık, “Erzurum-lu” olmaktan ibaret değildir. “Erzurum” olmaktır.
Kırk yılı, elli yılı bilemem ama sorun; Erzurum olmuşluğuna sahip Dadaşları şehirin dışına savurup, beton ve tenekeden ibaret bir mekana Erzurum deme ısrarının ne kadar anlamsız olduğunu fark edebilmektir.
Fotoğraflar: Nihat KILIÇOĞULLARI/ Erzurum
Eskilerin tabiri ile kitabın ortasından konuşup yazmışsın ağabeyi ellerin dert görmesin
Yüreğine, kalemine sağlık... Harika bir değerlendirme yapmışsın... Tebrikler...
Bir solukta sonuna kadar okudum. Hafızalarımıza kazınmış 86 mahallenin 16 mahalleye indirilip, isimlerininde değişmesi ve sembol olduğu için söylüyorum Halk Eğitim Merkezi binasının temeline kazma vurulduğu gün, hiçbir Erzurumlu sesini çıkarmadı. Erzurum o günlerden sonra kentsel dönüşüm adı altında yok edildi. Orhan bey tebrik ediyorum. Gelecek kuşaklara güzel bir not düştünüz.
Harika bir yazı. Tebrik ediyorum. Bu yazıyı içtenlikle anlayacak kaç kişi çıkar merak konusu