Yolum Demirciler çarşısına düşmüştü. Rastgele sağa sola bakarak yürüyordum. Gözüme çok süslü bir dükkân ilişti. Burada ne satılıyor diye merakla bakarken içeriden yine süslü- püslü bir tulum giymiş, orta yaşlı, başında sarı renkte boyacı şapkası olan bir adam çıktı. ‘’ Ben 40 yıldır buradayım, babamda buradaydı, dedemde. Anlayacağın 90 yıldır biz bu çarşıdayız. Gördüğün gibi kala kala iki dükkân kaldık. Bu çarşının öyle bir zamanı vardı ki en az 100 dükkân çalışırdık. Şimdi ise gördüğün gibi kamyon garajı oldu…’’
L şeklindeki bu çarşının bir kolu Başak camisine, bir kolu da nerdeyse Gazi Ahmet Muhtar Paşa ortaokuluna kadar uzanırdı. Bu çarşının 1927 yılında Atatürk’ün emriyle kurulduğunu bir yerde okumuştum. Bu düşüncelerle oradan ayrılırken 1970 li 1980 li yıllardaki bu çarşı gözümün önüne geldi.
Demire adeta can veren demirciler. Demirden adam yapan demirciler. Demirden ağaç, demirden çiçek, demirden bahçe çiti yapan demirciler. Körükle ateşi harlaya, demiri akkorda kızıllaştırdıktan sonra örsün üzerinde ‘’Haydi Allah’’ diyerek döğen, suya sokarak cızıltı ve dumanla tekrar örsün üzerine alarak vura vura demiri çelikleştiren demirciler.
Alnında terİ, önünde peştamalı, elinde çekici, geniş omuzlu, geniş pazulu demirciler. Atın nalını, çivisini, mıhını yapan, tırpan, kazma, kürek, dirgen yapan demirciler. Neredeler? Öğlen yemeğinde dumanı üstünde, kocaman saç kavurmaya, lavaş ekmekle lokma sallayan demirciler. Neredeler? Beyaz atlarına binip binip gittiler. Değil mi?
Yine sağa sola bakarken, Fatih camiini gördüm. Burası eskiden bir kilise imiş.15-20 yıl önce belediye burayı restore ederek camiye çevirmiş. Ne güzel. Karşısında da kilise papazının evi var. Harap halde. Boynunu bükmüş, yalvarırcasına yaralarımı tamir edin diyor. Ey yetkililer, ey belediyeler sesimi duyun. Sevaptır. Can çekişen bu binayı onarın, tamir edin. Gelecek kuşaklara miras bırakın. N’ olur.
Çelik pazarında ufacık taşlar.
El ele tutmuş gidiyor Dadaşlar.
Yaralarım ağır gelir kardaşlar.
Ey ağalar ben kafadan vuruldum.
Vuruldum da dilden dile duyuldum.
Bu çarşıdan çağrışım yapmış olsa gerek, oradan ayrılırken yukarıdaki meşhur Erzurum türküsü dilime dolanıyor. Durmadan tekrar ediyorum. Bir taraftan da Çelik pazarı nedir, çelik pazarı neresidir? Sorusu, beynimi kurcalıyor.
Gürcükapı, Hacılar Hanı, Habip Baba türbesi, Gülahmet derken, Mahallebaşı’nda bir demirci dükkânının önünde uyanıyorum. Bir taraftan Çelik pazarına ait bir iz, bir ipucu ararken, bir taraftan da içimden türküyü tekrar etmeye devam ediyorum.
Demirciler çarşısı can çekişiyor. Gülahmet ve Camii Kebir demircileri kaybolmuş. Eğer demircilerin çelik pazarıyla ilgisi varsa, ki bana göre var, ‘’Çelik Pazarı türküsü’’ bu pazarın içinden tarihi parçalayarak, günümüze kadar gelmiş, sesimize ses katıyor. El ele tutmuş Dadaşlar Çelik Pazarlarında gezmiyor artık, ama sedaları her yerde ilk günkü güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeden her yerde çınlıyor. Ne büyük gücü var bu türkülerin.
Bir de kendi kendime yorum yapıyorum. Bir delikanlı Çelik pazarında el ele tutuşmuş Dadaşlarına (kardaşlarına) sesleniyor. Yaralarım ağır diyor, ben kafadan vuruldum diyor. Vurulmam yetmezmiş gibi, bir de dilden dile yayıldı herkes duydu, diyor. Tıpkı, ‘’Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı’’ gibi. Tıpkı, ‘’Hey 15’li 15’li, Tokat yolları taşlı’’ gibi. Bu ağıt, Yemen’i hatırlatıyor, Galiçyayı, Trablusgarp’ı hatırlatıyor. Burası Muş değil, Çelik Pazarı. Acaba bir savaş meydanı mı Çelik Pazarı. Ve bu savaş meydanında mı yaralandı dadaş? Burası Aziziye mi, Mecidiye mi, Malazgirt mi?
Eve dönerken dilimde yine bu türkü var. Çelik pazarında Ufacık taşlar. Kafaya taktım. Araştıracağım bu çelik pazarını. Ben bulamadım şimdilik. Bulan veya bilen varsa lütfen yardım etsin. Esenlikle kalın.
Ne güzel bir yazı, tarihi canlandıran. Kalemine sağlık değerli hocam.