Bir şehri düşlemek ya da fotoğraflamak…

İnsan yaşadığı şehre borçlu olur mu? Ya da  kadim bir şehrin insanlarına karşı, kendini her daim borçlu hisseder mi?..

 

İtiraf etmekte asla bir sakınca görmedim. Bir şehrin ruhunu ve bana bu ömür için biçilen rolün “marabalık” olduğunu biraz erken fark ettim sanırım… İyi de olmuş aslında. Bundan dolayı asla bir pişmanlık duymadım, şikâyetçi de olmadım. İşte benim fotoğrafçılıkla tanışmam ve belki de nefesimin yetmeyeceği türküleri söylemeye heves etmem, bu duygu seli içinde kapıldığım ırmaklarda boğuşurken ortaya çıktı.

 

 

Bazen bana soruyorlar;

 

-Erzurum’da fotoğraf karesi olarak çekecek daha ne kaldı?

 

Belki haklılar. Ama anlatması zor... Onlar bilmiyorlar ki, aslında mevzu fotoğraf çekmek değil. Bir şehri yaşamak, sokaklarını gezmek, onu düşlemek, caddelerini adımlamak ve sonra nefeslenmek bir köşesinde… Rahmetli Babam epey bir vakit Gürcükapı'da  hamaldı. Bazen onun nefesini  içime çekerim umuduyla, sırtımda nefsimin bin bir türlü yükü, elimde fotoğraf makinem, gezinirim babamın adımlarıyla Erzurum'un kördüğüm sokaklarını... Sonra yorulunca,  usulca oturur kalırım Hacılar Hanı'nın bir köşesine... Çektiğim fotoğraf karelerine bakarım … Aklımda ise yaşadığım şehre dair düşler ve düşmelerim… O an tütün kokan elleriyle babam gelip geçer karşımdan, sırtında onca yükle yol alırken Kavaflardan Demircilere...

Eskiye ve yeniye dair içimizden yükselen 'ah!..'lara derinlemesine bakınca zihnimiz epeyce yoruluyor sanırım... Fotoğraf çekmek için gezindiğim Erzurum'un eski sokaklarında dört mevsim gönlünce koşuşturan çocukları uzaktan uzağa izlerken bunu daha iyi anlıyorum. Çocukların yanı başına gittiğimde ve sohbet ettiğimde ise; anladıklarımın üzerine tanıdık sözler, yüzler, ifadeler ve tarifler ekleniyor.  Seviniyorum doğrusu, mutlu oluyorum yani... Kendimi buluyorum onlarda.

 

Evet… Bizlerde çocukluğumuzda bazen Narmanlı'nın avlusunda toplaşır, oradan kol kola Kale'ye yürürdük. Ve kalenin burçlarından Tebrizkapı’yı süzer,  Hacı Cuma’ya doğru bakar; çocukça şakalaşır, güler, oynar, sonra kollarımızı her iki tarafa açar, kuş olurduk yani... Ve öylece İbrahim Paşa'dan Kazım Yurdalan'a, oradan Mirza Mehmet'e kanat çırpar, bir güvercin misali Sultan Melik'te soluklanırdık... Sonra Taş Camii’nin duvarına konar, Emirşeyh'te yeşil bacalı bir evin damında dalardık uykumuza...

 

Biz düne dair böyle dem vururken oturduğumuz yerlerden, çocuklar hala kendilerince Erzurum'u yaşıyor, yaşatıyor aslında. İçinde kaybolup gittikleri oyunlar ise yabancı değil. Bazen de takılıp kaldığım o muzip bakışlarda da buluyorum kendimi…

 

Biz geçmişi düşünüp kederlenirken, "Nerede o eski günler?.." diye içerlenirken, çocuklarımızın gözündeki o heyecanı, o hevesi ve o samimiyeti görmezden geliyoruz.

 

 Ve kanımızın deli aktığı vakitlerde dinlerken hüzünlendiğimiz şarkıları, şimdi çocuklarımızın da dinlediğine, mırıldandığına şahit olmak garip geliyor...  

 

 

Ah bu çocukluk!.. Kuşlar gibi takılı kalıyor insanın gönül göğsüne...

Hafızam beni yanıltmıyorsa takvimler  1982'nin yaz aylarını gösteriyordu.

Leblebici Yokuşu'ndan, Sıvırcık Camii'nden, Palandöken İlkokulu'ndan, Şabakhane Çeşmesi'nden, Kale'ye çıkan tozlu topraklı yoldan, 3 Temmuz Ortaokulu'ndan, Gümüşgöz Çeşmesi'nden, Üç Kümbetlerden, Veyis Efendi'den, Mahallebaşı'ndan, Deli Ömer Tarlası'ndan, Narmanlı Cami'nin önündeki avludan, Çifte Minareli Medrese'den, Tokatlıların Apartmanı'ndan,  Tebrizkapı'nın etrafını çevreleyen mahalle ve sokaklardan, Cumhuriyet Caddesi'nin kırık dökük kaldırımlarından, Erzincankapı'dan,  Taşmağazalardan, Gürcükapı'dan, Karskapı'dan,  Toprak Tabya'dan ve yanından çocuk ürkekliği ile geçtiğimiz Tosya'dan ibaret sandığımız hayatımıza yeni bir kapı açılmıştı o günlerde...

 

 

Mehdi Efendi çocukluğumuzun diğer adı idi. Ki o zaman Gümüşgöz Çeşmesi’nden su ile birlikte huzur akardı ve bizim için oyunlarımızın kaçamak anlarında içimizi ferahlatan,  doyumu olmayan bir pınardı.

Mehdi Efendi Mahallesi'nin Değirmi Sokağı'ndan Yenişehir semtine taşınmak...

Bu taşınma; yaşama dair duyduğumuz kimi kaygılarımız adına bir son muydu, yoksa yepyeni bir başlangıç mıydı? Veda mıydı, kavuşmak mı? Bilmiyordum...

 

Sahi nasıl veda etmiştim çocukluğumun kaldırımlarına, komşularına, arkadaşlarına, taş döşeli yollarına ve toprak damlı evlerine? Kolay mıydı böyle bir anda unutmak? Bakkal Yılmaz Emi'yi, Gümüşgöz Çeşmesi'ni, Kumlu Dere'yi ve Leblebici Yokuşu'nu... 

 

 

Hafızamda yitik ve hatırlanması zor günler. Sebebini anlatmak ise epey zor sanırım.

 

Rahmetli Muammer Özkavcı'nın annesi rahmetli Memnune Nene'nin evindeki kiracılık ve fukaralık günlerimiz, bu gün sahibi olduğumuz tüm zenginliklerin sebebi, vesilesi ve kaynağı idi sanırım.

 

Bu zamanda fakirliği ve bereketi çokta yakın etmeyiz birbirine. Ama benim ömrüm, bu iki ifadenin birlikte zirve yaptığı bir yaşamın özetidir. 

 

Bu da ne demek? Bu sorunu izahı, aynı zamanda bir garip adamın hayat öyküsünün film şeridine yansımış halidir...

 

Velhasıl; fotoğrafa ve Erzurum’u fotoğraflamaya dair heveslerimin sebebidir tüm bu yaşanmışlıklar.

 

Hani hep "eskiler" adına dem vurup dururuz ya. Elbette buruk bir yanı vardı, Mehdi Efendi Mahallesi'nden Yenişehir'deki bir apartman bodrum dairesine taşınmanın verdiği hisler...

Belki; sırt sırta verdiğimiz toprak damlı evden kaloriferli bir daireye taşınmanın hüznü hala yüreğimin bir köşesinde beklemektedir öylece... Lakin Yenişehir'de kapısının üzerinde Üçgül Apartmanı B Blok yazan binanın bodrum katında; artık hiç bir kış üşümeyeceğini, evin damının akmayacağını, evin içinde bir banyo ve tuvalet olacağını bilmek, bir çocuğun kuş gibi çırpınan yüreğinde nasıl bir mutluluğa sebep olduğunu tarif etmek çok zor...

 

Ucu bucağı olmayan Yenişehir semti, biz taşındığımızda ıssız, sessiz ve hatta bu yüzden gitmeye korkulan bir yerdi. Şimdi koca koca binaların yükseldiği yerlerde dereler akardı, gözeler vardu. Şehrin dört bir tarafındaki kadim mahallelerden gelen koca yürekli adamlar, minik adımlı çocuklar, paşa analar, vefalı dostlar ve Dadaş gönüllü adamların sayesinde hayat bulmuştu Yenişehir...

 

Çocukluk bize ne kadar da çok şey bağışlamış meğerse. Dili olsa da konuşsa sokaklar... İşte bu günlerde fotoğraf karelerinde arıyorum sanki bu yitik yanlarımızı… Buluyor muyum? Bilmem ki…

 

Sırtımda küçük bir sepet, elimde bir naylon paşrapa...  Mevsim çoktan beri güzden kışa kavuşmuş... Ve avazım çıktığı kadar bağırıyorum Yenişehir'deki apartman aralarında, üç beş kuruş kazanmak adına ; godibeşşşş!..

 

Şimdi gezinirken şehrin sokaklarında, omuzumda asılı fotoğraf makinesine gözüm ilişir bazen… Tartıya koyarım kendimi… Ömrü ile birlikte ellerini, parmaklarını ve yüzünü bir kalorifer kazanı dairesinin kuytu köşelerinde biz ve komşularımız ısınsın diye yakan bir adamın evladı olmak ne kadar gurur verici ise; onun "büyük adam olmanıza gerek yok, adam olun yeter..." tembihine ne kadar uyduğumu sık sık kendine sormakta benim için bir o kadar değerli ve anlamlıdır.

 

 

Bir gün Erzurum’da kitapçıda dolaşırken,  tesadüfen denk gözüme çarptı... Kitabın yazarı yabancı değildi, tanıyordum yani… Kapağı çok sade idi ve üzerinde "dün gelir gün bittiğinde..." diye yazıyordu... Merak ettim, sayfalarına gelişi güzel göz atmaya, bazı satırlarını okumaya başladım. Yazar kitabın bir yerinde şöyle diyordu "Mahallenin en zengin ailesinin çocuğunu kapıcı rahatça dövebiliyorsa, işte orası ayrım gayrım bilmeyen insanların yaşadığı yerdi..."

 

Çok doğru yazmıştı, aynen öyle idi... O yazarın kitabında anlatılan mahalle Yenişehir'in hemen girişindeki bir yerdi... Üçgül Apartmanı yani... Yani bizim evimizdi…  O mahallenin en zengin çocukları aynı zamanda yüreği, gönlü ve fikirleri de zengin olanlardı. Her daim paylaşmasını bildiler.  Sonra dostlarımız oldular, dostluklarımız arttı hepsiyle ve hatta hısım olduk bazılarıyla. Allah onlardan razı olsun, yollarını ve izlerini açık etsin. Hepsi babaları ve anaları gibi kocaman yüreklere sahipler. 

 

Kitapta adı geçen kapıcı ise benim rahmetli babamdan başkası değildi. Yani meşhur adıyla; Memet Emi... Rabbim ondan da razı olsun.

 

Şimdi kitaplarda kendisinden bahsedildiğini bilseydi ne derdi acaba? Dün çocuk yüreğinde belki babama sinirlenen birisinin, bu gün kitabının birçok yerinde oturduğu apartmanın kapıcısından hasretle bahsetmesi anlamlıdır, kıymetlidir. 

 

Şimdi çektiğim ve paylaştığım fotoğraflarla onların yüreklerine hitap edince, onların mutluluklarını dinleyince ve onlarla bir şeyler paylaşınca huzur buluyorum, mutlu oluyorum açıkçası… Velhasıl; Mehdi Efendi'den Yenişehir'e uzanan çocukluk hikâyemizde değişen fazla bir şey olmadı aslında yüreklerde. Sonra sonra unutuldu, kayboldu ya da kıymeti kalmadı bazı şeylerin.

 

Biz böylece iki devri, iki özlemi ve iki hayatı bir arada yaşadık... Geride bıraktık yani...

 

Şimdi ben her defasında, hiç ihmal etmeden Yenişehir’deki evimden, omuzumda fotoğraf makinem Mehdi Efendi’ye doğru yol alıyorum, iz arıyorum kendime…

 

Mehdi Efendi Mahallesi'ndeki bir toprak evden, Yenişehir'deki apartmanın bodrum katına taşınmak bize çokta bir şey kaybettirmedi yani. Ama kazandıklarımız bu sayfalara sığmaz.

 

Hem Mehdi Efendi'den hem de Yenişehir'den bize geriye kalan, dünya kadar vefalı ve bir o kadar hürmetli insan oldu.

 

Peki biz ne bıraktık geriye, yaşadığımız bunca şeyden sonra? Yarın çocuklarımız bizden nasıl bahsedecek acaba? Halimiz de ahvalimiz de ortada... Öyle bir devirdeyiz ki, ne güldüğümüz belli ne de ağladığımız...

 

 

Böyle uzayıp gidiyor bizim hikayemiz, fotoğraf karelerimiz ve onlara dair paylaştıklarımız… Bakmayın siz, bizimki aslında bir kış masalı... Bir varmış bir yokmuş diye başlayan bir Erzurum masalı. Ve bir kardelen çiçeği misali... Evimiz yuvamız karlar ülkesi, ölümümüz güneşin ışıkları...

 

Selam olsun Mehdi Efendi'den Yenişehir'e; Dadaşlığın o güzel sıcaklığını, yiğitliğini, merhametini ve mertliğini taşıyanlara.

 

Selam olsun Erzurum'u hesapsızca yaşatanlara…

Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler...

 

Fototğraflar: Nihat KILIÇOĞULLARI/Erzurum

 

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.