Gündem Haber Girişi : 02 Temmuz 2019 15:59

26. yıldır cevap arayan sorularla bir Madımak yazısı...

26. yıldır cevap arayan sorularla bir Madımak yazısı...
Gazeteci-Yazar Macit Gürbüz, Madımak'ta o gün yaşadıklarını kaleme aldı...

Hep yazdım.

Her 2 Temmuz’da yeniden, bıkmadan, usanmadan ve ısrarla yazacağım.


O gün, gazetem Milliyet, Sivas olaylarına takviye ekip olarak bizi de görevlendirdi.


Hemen yola çıktık.


Sivas’a vardığımızda sabah saat 04.30’du.


Sokağa çıkma yasağı vardı.


Madımak Otel’in önüne geldiğimizde otelden hala dumanlar yükseliyordu.


Çok değil, bu olaydan 5 yıl önce 1988 yılında bu kentte vatani görevimi yapıyordum.


48. Piyade Alayı’nda kısa dönem asker iken bu otelde bir gece konaklamıştım.


Uzun uzun otele baktım, gözüm kaldığım odaya ilişti.


Perdeler ve küpeşteler yanmış, kara dumanın izi her yeri simsiyah etmişti.


Diğer bürolardan gelen ekiplerle buluşarak işbölümü yaptık. Cesetlerin toplandığı yerleri ben dolaşacak ve fotoğraflayacaktım. En zor görev bana düşmüştü.


Bodruma benzer bir yerde cenazelerin toplandığı yere gittim.
Hiçbir görevli yoktu ve kapı açıktı. Ardı ardına deklanşöre bastım.

 

 

Kimler yoktu ki:


Behçet Aysan, Muhlis Akarsu, Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Metin Altıok, 15 yaşındaki Menekşe Kaya, 12 yaşındaki Koray Kaya, Hasret Gültekin ve diğerleri...


Ağızlarından ve burunlarından köpük, kusmuk ve kara is boşalmıştı.


Hasret Gültekin ile özdeşleşen yuvarlak gözlükleri hala gözündeydi.


İtalyan gazeteci Carinna Cuanna Thujs, basın çantasını kucaklamış halde yerde yatıyordu, çünkü bir gazeteci dayak yerken ya da saldırıya uğradığında makinasına ya da çantasına sarılırdı, bir gazeteci olarak bunu çok iyi biliyordum. Kimbilir, makinasındaki filme neler kaydetmişti.


İçeride is, kurum, et ve metal karışımı yoğun bir koku vardı.
Her 2 Temmuz’da o koku burnumun direğini sızlatır. 


O koku hiç burnumdan ve yadımdan silinmedi.


Facianın boyutu, hazin tablo, gerici kafaların acımadan katlettiği onca aydının soğuk betonda yatan görüntüsü yüzünden daha fazla dayanamadım ve kendimi dışarı attım.


Korkunç bir görüntüydü.


Geri kalan cenazelerin Cumhuriyet Üniversitesi’de olduğunu öğrendim.


Yarım saat sonra oradaydım.


Bu kez cenazeler yerde değildi, cenaze yıkanan masalara yatırılmıştı.


İki kare fotoğraf çekmiştim ki, arkamdan biri seslendi’ Hey! Kimsin sen? Defol buradan”.


Döndüm, genç biriydi, “Gazeteciyim, işimi yapıyorum, sana ne, sen kimsin?” Demiştim ki, adam kükredi, “Cumhuriyet savcısıyım, siktir git buradan”.


Ne acı değil mi, bu cevap, bu kara tablo kadar iç acıtıcıydı.
Cumhuriyeti yıkmaya çalışanların işlediği bu cürümü soruşturan savcı bana siktir çekiyordu.


Oysa ortak amacımız bu olmalıydı.


Sonradan yapılan yargılamalarda savcıların kimin savcısı olduğu çıktı ortaya.


Ne de olsa ölenler Aleviydi, ne önemi vardı ki, onlar yakılmayı hak ediyordu.


Yakanların ataları da, Alevileri kıyıma uğratmamış mıydı?
İşimi bitirip otelin önüne geldiğimde yüreğim sıkışmıştı.


Haberi ve fotoğrafları geçtim.
O koku hala burnumdaydı.
Bu olayda gizli kalan, saklanan, üstü örtülen o kadar çok şey var ki.


Örnek mi?


Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar mesela.


Sivas’taki Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne geleceğini bildirmiş, program da onun katılımına göre ayarlanmıştı.


Sağlar, tam uçağa binecekken bir telefon üzerine Sivas programını iptal etmişti.


Acaba neden?


Bunu hiç açıklamadı, açıklayamadı, soran da olmadı.


Sivas olaylarını araştırma komisyonunda görevliydi, bu sırrı hep sakladı.


Kulağına üflenen neydi?


İstihbarat aldıysa, bunu yetkililerle neden paylaşmadı?


Hükümetin bir bakanının öğrendiği ve kimseyle paylaşmadığı bu sır neydi?


Nasıl olsa, bu ülkede dere ıssız tilki bey.
Kim soracak?


Zaten sorulmadı, sorulamadı.


Mahkemeye de çağrılmadı, ya da çağrılamadı.
Bu arada sağ kurtulanlar Emniyet Müdürlüğündeydi.
Olayı anlamak ve onların anlatımlarını almak için oraya gittik.


Arif Sağ çok sinirliydi.


Küfür edip kovdu bizi. Konuşmak istemiyordu.


Bir süre bekleyip yanına gittim, Erzurum’dan geldim abi, “bir hemşerin olarak bana konuşursun herhalde”  dedim.


“Patronlarına güvenmiyorum, ama emekçiye saygım var, üç beş kelime ederim” dedi ve biz gazetecilerin kuru bilgi dediğimiz bir kaç bilgi paylaştı.


Söylediği, gerici bir saldırı olduğu ve bu katliamdan sağ kurtulduğuydu.


Detaylara girmedi.


Olayla ilgili bilgi toplarken Arif Sağ’ın otele girmeye çalışan bir kişiyi silahla vurduğu söyleniyordu.
Bunu sordum Sağ’a.
Öfkesi katmerleşti ve yanıtı hastanedeki savcı gibi oldu, “siktir git ulan”.


İkinci siktiri de yemiştim.


Mesleğin cilvesi ne yapalım, savcı siktir çekerse, bu ülkenin sanatçısı da çekebilirdi, ne vardı bunda?


Yazacak çok şey var aslında.


Ne yazarsak yazalım, sonuç değişmeyecek.


Çünkü bir sonuç çıkmadı.


Yargılamalardan da bir sonuç çıkmadı.


İç acıtan gerçek de bu aslında.


Madımak’ta can veren canları saygı ve rahmetle anıyorum.
Aradan 26 yıl geçti.


Bıkmadan usanmadan her yıl yazmaya devam edeceğim.
Niyeyse, ne çıkacaksa!


5 yıl önce dava zaman aşımına uğradı zaten.


Yanan yandı, ölen öldü, yakanların yanına kaldı.


UnutMADIMAK...

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.